Büyü Müydü, Gerçek Mi? Dirmit’in Dünyasında Kayboldum: Sevgili Arsız Ölüm | Kitap Yorumu
- Sena Bozkurt
- 5 hours ago
- 10 min read

Hep gördüğüm, duyduğum, varlığından haberdar olduğum ama bir türlü elimin gitmediği bir kitaptı Sevgili Arsız Ölüm. İstanbul trafiğinde sıkıştığım bir gün, Storytel’de karşıma çıkınca dinlemeye başladım. Tilbe Saran’ın sesi, tınısı, vurgulamaları ve yer yer kullandığı şiveler öylesine etkileyiciydi ki, normalde sesli kitap dinlerken yaptığım gündelik işleri bir kenara bırakıp yalnızca bu kitaba odaklanmak istedim. Hem Tilbe Saran’ın sesi hem de Latife Tekin’in edebi derinliğini fark edince kitabın sadece dinlenerek değil, doğrudan okunarak keşfedilmesi gerektiğini hissettim. Böylece dinlediğim kısımları tekrar ederek okumaya başladım.
Tilbe Saran her karaktere sesiyle ayrı bir ruh kazandırmıştı; kitabı okurken hâlâ zihnimde onun sesi yankılanıyordu. Sesli kitapla ilgili içimde kuşku bırakan şeylerden biri de bu aslında: Karakterleri başkasının sesiyle, onun tınısı ve vurgusuyla dinlemek, bazen kendi zihnimde yarattığım saflığı biraz gölgeliyormuş gibi hissettiriyor. Çünkü doğrudan okuduğumda karakterlerin sesi ve ruhu kafamda özgürce şekilleniyor; oysa bir seslendirmenin yorumu, bu özgürlüğe ister istemez bir çerçeve çiziyor.Yine de Tilbe Saran’ı dinledikten sonra okumaya devam ettiğim için pişman değilim. Yer yer okuması zor, dili yoğun bu metni, onun vurgularını içselleştirerek sürdürmek, kendi okumamı da daha akıcı hale getirdi.
Kitabın zorlayıcı bir metin olduğunu kabul etmek gerek. Çevremdeki iyi okurlar bile bu kitabı okurken zorlandığını söyledi. Benim için de kolay bir okuma olmadı; bölük pörçük okuyarak, araya kısa öykü kitapları alarak ancak 14 günde bitirebildim. Çünkü Sevgili Arsız Ölüm, hem dili hem de anlattığı olayların derinliği nedeniyle bir oturuşta 100 sayfa okunabilecek bir kitap değil.
Kendi okuma hızımla kıyasladım: Bu kitabı, alışık olduğum hızın neredeyse yarısıyla okuyabildim. Yine de hızlanmak için kendimi zorlamadım; aksine, kitaba teslim oldum. Ne kadar içine çekildiysem, o kadar okudum. Bazen tamamen kayboldum içinde, bazen ise aklım başka yerlere savruldu, toparlayıp anlamaya çalışırken aynı sayfayı birkaç kez okudum. Bu nedenle, metinle oldukça haşır neşir olduğumu söyleyebilirim.
Dirmit’i sevmem de bunda etkili olmuş olabilir. Canım Dirmit… Kalbimde kitap karakterlerinden kurduğum o iç dünyaya girmeyi başaran son üye. Tutunamayanlar’daki Selim, Kirke ve daha niceleriyle iyi anlaşacağını düşünüyorum. O dünyaya girebilmek zordur aslında, ama Dirmit yerini hemen buldu.
Bu uzun girişin ardından artık Latife Tekin’e ve onun dünyasına yaklaşmak istiyorum. Kitaba daha yakından bakmadan önce yazarı tanımanın önemli olduğunu düşünüyorum ama bu, “önce yazar hakkında bilgi verelim” klişesinden biraz farklı.
Genelde bir yazarı okumadan önce ya da okuduktan sonra hakkında bilgi edinirim, ama bu sefer süreç biraz farklı gelişti ve bu farklılık benim için daha anlamlı oldu. Sevgili Arsız Ölüm’e Latife Tekin hakkında hiçbir şey bilmeden başladım. Kitabı bitirdikten sonra söyleşilerini dinledim, röportajlarını okudum, onu tanımaya çalıştım.
Ve fark ettim ki: Kitap bana ilk okuduğumda yemyeşil bir ormanda yürüyormuşum hissini vermişti; büyülü, yoğun ama biraz da yönsüz… Latife Tekin’in hayatını öğrendikçe, o ormana rengarenk çiçekler eklendi sanki. Her detay, metnin içindeki başka bir renk tonunu daha belirginleştirdi. Metinle kurduğum bağ derinleşti, ormanın anlamı değişti. Bu nedenle size de biraz Latife Tekin’in hayatından bahsetmek istiyorum.
Latife Tekin, 1957 yılında Kayseri’nin Bünyan ilçesine bağlı Karacefenk köyünde doğmuş. Yedi kardeşten biri olan Tekin, liseyi bitiren tek çocuk olmuş ailede. 1966 yılında, henüz 9 yaşındayken ailesiyle birlikte İstanbul’a, babasının yanına taşınmış. İlk ve ortaöğretimini burada tamamlamış; 1974’te Beşiktaş Kız Lisesi’nden mezun olmuş. Ardından 1976–77 yılları arasında İstanbul Telefon Başmüdürlüğü’nde memur olarak çalışmış.
Latife Tekin’in yaşam öyküsünde dikkat çeken şeylerden biri de, çok genç yaşta politik hareketin içinde yer alması. Lise yıllarında politik bilinçle tanışmış, ve yazarlığı da âşık olmak gibi başa gelen bir şey olarak tanımlıyor: “Yazarlık benim başıma geldi,” diyor.
18 yaşında evlenmiş, 21 yaşında ilk çocuğunu doğurmuş ve 26 yaşında ilk romanı Sevgili Arsız Ölüm basılmış. Ancak kitabın yazımı çok daha erken başlamış; 20'li yaşlarında, polisten kaçtıkları küçük bir evde, ödünç bir daktiloyla yazmaya koyulmuş. Büyük bir yoksullukla boğuştuğu dönemde yazdığı bu roman, onun deyimiyle “büyük bir baş ağrısıyla” yazılmış. Özellikle ilk 30 sayfayı yazması tam altı ay sürmüş. Dişlerini sıkarak yazdığı için gerçek anlamda ağrı çektiğini dile getiriyor ve kitabı bitirdikten sonra şu cümleyi kuruyor:
“Gövdemden bir ateş geçti ve o ateşle yazdım.”
Sevgili Arsız Ölüm’ün basılma süreci de oldukça ilginç. Latife Tekin, dosyasını Can Yayınları editörü olan Memet Fuat’a bir arkadaşı aracılığıyla ulaştırıyor. Memet Fuat kitabı çok beğeniyor, fakat Tekin’e bu kitabın çok güçlü olduğunu, ilk kitabının gölgesinin onun üzerinde baskı yaratabileceğini söylüyor. Bu nedenle yayımlamak için ikinci kitabını da yazma şartı koyuyor. Latife Tekin de hemen Berci Kristin Çöp Masalları üzerinde çalışmaya başlıyor.
Roman, yazarın deyimiyle özöyküsel öğeler barındırıyor. Zaten söyleşilerinde de sık sık ailesine değiniyor. Annesi ve babası Huvat ile Atiye’nin romandaki karakterlere yansıdığı görülüyor. Dirmit’in köyde okula giden tek kız çocuk olması ile Latife Tekin’in liseyi bitiren tek çocuk olması arasındaki benzerlik ise doğrudan dikkat çekici.
“Kendi öz değerlerimi, dilimi ve birlikte doğup büyüdüğüm insanların durulmaz bir coşkuyla bana taşıdıkları sevgiyi koruyabilmek için direndim. Elinizdeki roman, bu direnişim için aralarında büyüdüğüm insanların bana armağanıdır.”
Atiye, Huvat, Dirmit diyorum ama henüz onları tanımadınız; haklısınız.Şimdi, isterseniz Latife Tekin’in büyülü gerçekliğine biraz daha yaklaşalım. Kitabı yorumlarken onun yaşamından diğer detaylara da değineceğim. Kahvenizi, suyunuzu ya da şarabınızı alınız, sohbetimiz biraz derinleşecek :)
BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİK
Büyülü gerçekçilik akımını duymuş muydunuz?
Sevgili Arsız Ölüm, işte bu akımla yazılmış bir kitap. Ama ne tam anlamıyla gerçekçi ne de bildiğimiz anlamda fantastik. Bambaşka bir şey.
“Büyülü gerçekçilik” terimi ilk olarak 1925 yılında Alman sanat eleştirmeni Franz Roh tarafından ortaya atılmış. Roh, bu kavramı dönemin Alman ressamlarının gerçek dünyayı hayal ürünü, rüyamsı bir biçimde yansıtma şekillerini açıklamak için kullanmış. Edebiyata geçişi ise daha sonra olmuş: İtalyan yazar ve eleştirmen Massimo Bontempelli, bu terimi ilk kez edebi anlamda kullanmış.
Ancak bu akım, en çok Latin Amerika edebiyatında yankı bulmuş. Jorge Luis Borges’in Alçaklığın Evrensel Tarihi adlı eseri bu türün ilk örneklerinden sayılıyor. Ve elbette Gabriel García Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık adlı eseriyle büyülü gerçekçilik zirveye taşınmış. Marquez’in, Franz Kafka’nın Dönüşüm’ündeki ilk cümleyi okuduğunda yaşadığı şaşkınlık ve farkındalık da bu türün kapılarını ona açmış. Çünkü hiçbir açıklama yapmadan Gregor Samsa’nın bir sabah böcek olarak uyanması, “gerçek ile gerçekdışının birlikte var olabileceğini” çok güçlü bir şekilde gösteriyor.
Latife Tekin de bu yolu takip edenlerden biri. Bir söyleşisinde şöyle diyor:
“Marquez bir yol açtı bana… Ona minnet borcum var.”
Sevgili Arsız Ölüm yalnızca etkilenilmiş bir anlatı değil; Anadolu’nun büyüsü, Tekin’in çocukluğu, yoksulluğu, kadınlığı ve coğrafyasıyla özgünleşen bir büyülü gerçekçilik örneği.
Şimdi, “peki büyülü gerçekçilik tam olarak nedir?” diye düşünebilirsiniz. Özellikle fantastik edebiyatla karıştırılması sık görülür. Oysa aralarında çok temel farklar vardır.
Büyülü gerçekçiliğin üç temel özelliğinden bahsedilir:
Gerçek ile doğaüstünün bir arada sunulmasıdır. Yani olağanüstü olan, hikâyede öyle bir doğallıkla yer alır ki, karakterler de anlatıcı da bunu hiç sorgulamaz. Bu da okuyucunun “inanma eşiğini” aşmadan anlatıya dahil olmasını sağlar.
Bu iki uç öğe yani gerçek ve doğaüstü uyumlu bir bütünlük oluşturur. Anlatıcı ya da karakterlerin doğaüstüyle karşılaştıklarında gösterdikleri tepki sıradandır. Böylece metin, büyüyü açıklama gereği duymadan, onu hayatın olağan bir parçası gibi sunar.
Anlatıcının suskunluğu (authorial reticence): Anlatıcı açıklama yapmaz, yorum katmaz. Ne olup bittiğini sade bir şekilde aktarır. Böylece büyülü unsurlar, herhangi bir açıklamaya ihtiyaç duymadan kabul edilir. Bence bu yer yer okuyucuyu zorlayabiliyor. Çünkü kitapta her şey çok hızlı oluyor ve unutulup gidiliyor. Böylece olayları takip etmek yerine karakterleri takip etmeye başlıyorsunuz bu da kitap ile yoğun bir bağ kurmayı gerektiriyor.
Bu özellikler doğrultusunda baktığımızda, Sevgili Arsız Ölüm, Türk edebiyatında büyülü gerçekçiliğin en güçlü örneklerinden biri olarak öne çıkıyor. İçinde halkın dili, masallar, batıl inançlar, doğaüstü olaylar ve tüm bunların sıradan hayatla iç içe geçtiği bir dünya var. Latife Tekin, bu dünyayı anlatırken ne büyüyü abartıyor ne de gerçekliği kutsuyor, ikisini bir arada, büyük bir ustalıkla dokuyor.
Büyülü gerçekçiliğe kısa bir pencere açtıktan sonra şimdi Sevgili Arsız Ölüm’e genel bir bakış atalım.
Roman, köyden kente göç eden kalabalık bir ailenin yaşamına odaklanıyor. Beş çocuklu Aktaş ailesinin hikâyesi iki bölüme ayrılmış: İlk bölümde, sonradan “Akçalı” olarak anılacak olan Alacüvek köyündeki yaşam anlatılırken; ikinci bölüm, ailenin kente göç ettikten sonraki dönüşümünü, uyum sürecini ve yaşadığı toplumsal-sınıfsal sıkışmışlığı ele alıyor.
Roman, oldukça çarpıcı bir sahneyle başlıyor: Baba Huvat, köye şehirden “yüzü alev alev yanan, başı kıçı açık, süt beyaz” bir kadınla geliyor. Bu kadın, romanın merkezindeki karakterlerden biri olan Atiye.
Atiye, köylü kadınlar tarafından hemen dışlanıyor. Onların gözünde alışılmadık, uygunsuz ve “uğursuz” biri. Öyle ki, köyde yaşanan her türlü olağan dışı olay (koyunların ölmesi, tahtadan düşmeler, yumurtlayan tavuğun durması) Atiye’nin varlığına bağlanıyor. Köyün kadınları onu önce dışlıyor, sonra ahıra kapatıyor.
Zamanla Atiye köydeki kadınlara benzemeye başlıyor. Erkek çocuk doğuruyor. Böylece toplumda yer edinmeye, kabul görmeye başlıyor.Burada romanın satır aralarında çok güçlü bir toplumsal eleştiri yatıyor: Kadın bedeni, özellikle erkek çocuk doğurduğunda “makbul” sayılıyor. Yalnızca doğurmak değil; soyun devamını sağlayacak erkek evladı dünyaya getirmek, kadının toplumsal kimlik kazanması için adeta bir ön şart.Atiye’nin toplum içinde yer bulması da bu şartla mümkün oluyor.
İşte romanın büyüsü de burada başlıyor: Gerçekliğin içine sinmiş bu katı toplumsal düzen, büyülü öğelerle o kadar iç içe anlatılıyor ki, Atiye’nin dışlanması da kabullenilmesi de sadece toplumsal değil, doğaüstü nedenlerle gerekçelendiriliyor. Kadın bedeni cinle, uğursuzlukla, bereketle, doğumla ilişkilendiriliyor; tıpkı halk anlatılarında olduğu gibi.
TOPLUMSAL CİNSİYET EKSENİNDE DÜŞÜNMEK
Atiye karakteri, roman boyunca ataerkil düzenin kadınlar üzerindeki baskısını gözler önüne seriyor.
Köyde kabul görmek için erkek çocuk doğurması gereken Atiye’nin, aslında “uyum sağlamış” gibi görünen hâlinde bile sessiz bir direniş var. Onun toplum içindeki tek “eylemi”, köyde erkeklerin önünden çekilmeyi bir türlü öğrenememesi:
“Sadece, yolda önüne bir erkek çıkınca durup erkeğe yol vermesini öğrenemedi. Çiğneyip geçiyordu erkeğin önünü.” (s.11)
Köyün dilini, adetlerini benimsemiş olsa da, bu küçük ama anlamlı davranışıyla pasif bir başkaldırının örneği haline geliyor.
Ben Atiye karakterinin, kadın hareketinin yeni yeni ses bulmaya başladığı bir dönemde yazılmış olması bakımından çok güçlü bir temsiliyet sunduğunu düşünüyorum.
Roman, yalnızca bireysel hikâyeleri değil; kadının ekonomik özgürlüğünün nasıl baskılandığını, erkek egemen yapının nasıl sürdürüldüğünü de açıkça ortaya koyuyor. Atiye, hem köyde hem şehirde sürekli para kazanma yolları arayan, yetenekleriyle çevresine ve ailesine katkı sunmaya çalışan bir kadın. Ancak eşi Huvat, görünürde hiçbir sebep olmaksızın onu ekonomik üretimden uzaklaştırmak ister:
“O gün can sıkıntısından Atiye’ye ‘Bundan böyle köylüye dikiş dikmeyeceksin. İğne de vurmayacaksın, kız’ diye emirler savurdu.” (s.37)
Atiye, her yasaktan sonra yeni yollar arar. Huvat ne kadar engelleyici ise, Atiye de o kadar yaratıcı olmak zorundadır. Fakat bu yaratıcı direnişi sürdüremeyecek noktaya geldiğinde, geçim yükü reşit olmayan erkek çocukların omuzlarına biner. Bu da romanın toplumsal cinsiyetin yarattığı etkinin yalnızca kadınları değil, erkekleri de sistemin nasıl kıskaca aldığını gösterdiği yerlerden biridir. İlerleyen bölümlerde buraya tekrar döneceğiz, şimdilik kadınlardan devam edelim.
Kadınların maruz kaldığı başka bir baskı biçimi ise bedenleri üzerindeki kontrolün çok katmanlı şekilde işletilmesidir. Romanda, kadınların kendi başlarına kürtaj yapmaya çalıştıklarına tanık oluruz:
“Patlıcan kökü, tavuk teleği, süpürge çöpü denedi… Ellerini tüm gücüyle karnına bastırdı… Ambar odasına çekildi… taş kara boyayı sivrilte sivrilte bitirdi…”
Bu sahne, hem fiziksel acıyı hem de kadınların çaresizliğini çok çarpıcı bir şekilde yansıtır. Bu “kürtaj çabası”nın ardında ise batıl inançlar ve büyücüler vardır. Cinci Mehmet, Atiye’ye çocuğu doğurursa başına kötülük geleceğini söyler ve korkuya dayalı bu sözler Atiye’yi bedensel ve ruhsal sağlığını tehdit eden bir noktaya taşır.
Ne yazık ki, bu durum yalnızca romana özgü değil. Günümüzde de kadın bedeni üzerindeki iktidar, doğum kontrolünden doğum şekline kadar birçok alanda devam ediyor. Kadınların sağlığı, mahremiyeti ve hakları çoğu zaman yok sayılarak şekillendirilmeye çalışılıyor.
Bedenin denetimi yalnızca doğurganlıkla sınırlı kalmaz; hareket alanı da kısıtlanır. Kadınların, özellikle kız çocuklarının nereye gidebileceği, nasıl davranacağı belirli koşullara bağlıdır. Romanda Atiye’nin, kendi üzerindeki baskıyı kızına yansıttığını görürüz. Dirmit’in bazı davranışlarını onaylamadığında, onu cezalandırmak için evden çıkmasını yasaklar. Böylece eril tahakküm, bu kez bir kadın eliyle yeniden üretilir. Ancak tüm bu baskılara rağmen, Atiye kızını okula göndermek ister.
“Atiye dışında hiç kimse kızını okula göndermedi. Atiye, öğretmenin köye girdiğini duyar duymaz… Dirmit’e bir solukta önlük dikip çıkardı… saçlarını örüp başına beyaz kurdele bağladı… koltuğunun altına tezeği tutuşturduğu gibi elinden tutup okula götürdü.” (s.50)
Romanın ilk bölümünde Dirmit’in taşıdığı mitsel yük, ikinci bölümde kent hayatında erkek çocuklara da yansımaya başlar. Bu da bize kimlik krizinin yalnızca kadınlara değil, ailedeki tüm bireylere yayıldığını gösterir.
Romandaki erkek çocuklar Halit, Seyit ve Mahmut’tur.
Nasıl ki Dirmit ve Nuğber toplumsal cinsiyet rollerine hapsedilmişse, erkek çocuklar da bu rolleri özgürce seçemez. Halit’in içsel çatışmaları kente taşındıktan sonra su yüzüne çıkar. Daha şehre geldikleri ilk günlerde, kendi kendine “Ben niye mühendis değilim!” (s. 87) diye hayıflanır. Bu cümle, eğitim almadan “mühendis” olmak isteyen Halit’in, meslekler üzerindeki toplumsal stereotiplere nasıl maruz kaldığını gösterir.
Baba Huvat şehre taşındıktan bir süre sonra iş bulamamaya başlar. Bu yönüyle, Latife Tekin’in kendi babasıyla kurduğu bağı da hissederiz. Bir söyleşisinde babası için “hızla işçileşti ve giderek işsiz kaldı” der. Atiye’nin cinlere, büyülere ve batıl inançlara olan inancı da annesinden izler taşır. Hatta Latife Tekin, annesinin omuzlarında iki melek gördüğünü, onlarla konuştuğunu ve bazen kavga ettiğini söyler. Annesinin hayatındaki izlerden beni etkileyen bir diğeri ise annesinin Latife isminde kayıp bir kızı olduğunu öğrenmem oldu. Kitapta da Atiye’nin benzer bir kaybı var.
Huvat’ın sorumluluk almaktan kaçtığı yerde, yükü Seyit üstlenir. “Ben delikanlı değil miyim, kız, sizi aç bırakmam!” (s. 87) diyerek sabahın köründe yollara düşer. Seyit, erkekliği doğrudan para kazanmakla eşleştirir. Bu zihniyet, romanda sık sık tekrarlanır. Seyit’in hikâyesi, erkekliğin yüküyle şekillenen, inişli çıkışlı bir hayatta sıkışıp kalmış bir bireyin portresidir.
En küçük erkek çocuk Mahmut ise “tutunamayan” figürdür. Dirmit’le hem yaşça hem de duygusal olarak en yakın olan Mahmut’tur.
Mahmut, okula devam edemeyince çocuk yaşta çalışma hayatına atılır. İlk olarak Mösyö Pol adlı kaloriferci ustasının yanına çırak verilir. Ev içi şiddetten uzaklaşamayan Mahmut, burada da şiddetle karşılaşır. Üstelik baba Huvat, ustayı oğlunu dövmesi konusunda açıkça tembihler (s. 96). Diğer ustasının çırağının elektrik çarpmasıyla “anne” diye bağırarak ölmesi, Mahmut’un oradan ayrılmasına neden olur (s. 97). Bu kısım da beni en etkileyen kısımlardan birisi oldu.
Daha sonra Mahmut, terzi Püzant’ın yanında çalışmaya başlar. “Eli pantolonlarda, telalarda; aklı parkın salıncaklarında” (s. 82) kalır. Emek verir ama karşılığını alamaz. Gül Berber’deki çıraklığı ise en trajik olanıdır. Bahşiş almak için kadınlara yalan söylemesi istenir: “Annem öldü” ya da “babam dost tuttu” gibi. Kadınlar Mahmut’a acır, bazıları onu evlerine götürmeye başlar. Mahmut, manikürcü Sevcan tarafından istismar edilir:
“Sevcan her akşam Mahmut’u evine götürür… Yedirir, içirir… Çocuklarını uyutur uyutmaz Mahmut’un koynuna girer… Mahmut, Sevcan’ın bağıran fısıltılarından korkar.” (s.117)
Ailesinden göremediği sevgi ve güveni yabancılarda arayan Mahmut, bir noktada dayanamayıp iş yerinden kaçar. Ardından reklamcılık, tombalacılık, sigara dağıtıcılığı gibi işler yapar. Genelevde yaşadığı cinsel deneyimle birlikte, travmalarına bir yenisi daha eklenir. Burada da toplumsal cinsiyet rolleri belirgindir: Dirmit’in bakire olup olmadığı annesi tarafından kontrol edilirken, Mahmut’un genelev deneyimi ancak hastalık sonrası “sorun” olur.
Roman, toplumsal cinsiyet rollerini bütün açıklığıyla ortaya koyarken, dönemin ekonomik kaosunu da gözler önüne serer. Çocuk işçiliği, istismar, düzensiz göç, kent yoksulluğu… Bunların hepsi kitabın büyülü diliyle anlatılsa da etkisi gerçek hayatta hissedilen acılardır.
Bu romanı bitirdiğimde, Latife Tekin’e hayran olmamak elde değildi.
Bunca incelikli, çok katmanlı ve bir o kadar da sessiz bir çığlıkla yazılmış bir metinle karşılaşmak beni derinden etkiledi. Büyülü gerçekçiliğin bir özelliği olan “yazarın yorum katmadan anlatması” burada da hissediliyor. Hatta diyaloglar bile paragrafların içine yedirildiği için, kitap zaman zaman okuması zor ama içine girdiğinizde sizi saran bir metne dönüşüyor.
Eğer bu yazıyı romanı okumadan önce okuyorsanız umarım okuma deneyiminizi zenginleştirir. Eğer zaten okuduysanız, birlikte biraz durup soluklanmış, yeniden hatırlamışızdır. Her iki hâliyle de paylaşmak benim için çok kıymetli. Eşlik ettiğiniz için teşekkürler.



Comments